<%@ Language=JavaScript %> Uludağ

Click on the pictures to enlarge them.

Nedense Uludağ bende hep farklı duygular uyandırır. Bu dağın inanılmaz güzellikler içerdiğine ve bunların çok az kişi tarafından bilindiğine inanırım. Herkes bu dağın önemli bir kayak merkezi olduğunun farkındadır. Kış dışındaki mevsimlerde de Sarıalan’daki ‘Kendin Pişir Kendin Ye’lerin keyfini sürenlerin sayısı da hiç azımsanacak gibi değildir. Hatta dağa gelenlerin bir bölümü zirvenin arkalarında bir yerlerde buzul göllerinin olduğundan bile söz ederler ama gene de insanların burada bulabileceklerinin çok azıyla yetindiklerini düşünüyorum. Dağlardan gerçekten anlayanlar ise, nedense burayı Anadolu’daki, boyları 3000 metreyi aşan benzerleriyle karşılaştırıp küçümseyerek bir türlü hakkını veremezler; ya da bana öyle gelir.

Uludağ 150 metre yükseklikteki Bursa ovasından, bir anda 2500 metrelere tırmanan, her üç yüz metresinde tüm florası değişen ve inanılmaz bir çeşitlilik içeren, ayrıca Anadolu’nun kuru ortamında asla rastlayamayacağınız şekilde havası aniden ve şiddetle değişen, sırası geldiğinde tehlikeli olabilen bir dağ. Gizli yamaçlarındaysa harika tırmanış olanakları saklı. Bunlardan en sevdiğimi bir kez daha çıkabilmek için geçtiğimiz yıl 30 Ekim günü otellere aracımızı park edip, çantalarımızı sırtladık. Otellerin arkasındaki yumuşak sırtı tırmanıp, güneye düşmeye başlamıştık. Burası, Uludağ’ı bir kayak cenneti olarak bilenlerin hiç görmedikleri bir yerdi. Birkaç adımda otellerin görüntüsü siİinip, yerini güneye doğru uzayan uçsuz bucaksız bir orman aldı. Yaklaşık 1700 metreye kadar alçaldığımızda nefis bir sonbaharın içine

 girmiştik. Sarı yaprakların içinde hala yaşamakta direnen küçük bir patikadan, Kuşaklı’nın Güneybatı yüzünü seyrediyorduk. Otellerden bakıldığında sırt hattı üzerinde küçük bir yükselti gibi dursa da, yaklaştığımız açıdan başlı başına bir dağa benziyordu. Dolayısıyla, gerçek bir dağ tırmanışının keyfini hissediyorduk. Tırmanışın ilk yüz metresinden sonra mevsim yavaş yavaş değişmeye başladı. Çok kısa sürede ağaç sınırına gelmiştik. Yükseldiğimiz her metrede, daha bitmesine bir aydan fazla olan sonbaharın da sonuna yaklaşıyorduk. Yumuşacık bir kar başlamıştı. Mavi gökyüzünün altında inanılmaz güzel resim

 veriyorsa da, basacağımız ve tutacağımız yerleri hem gizleyip hem de kayganlaştırdığı için pek keyifli olmuyordu. İkinci yüz metre bitince, kar biraz sertleşip kalınlaşmış, zemin de biraz daha dikleşmişti. Kışa girdiğimizi kutlamak ister gibi anoraklarımızı giydik. Kayalık bir boğaza gelmiştik. Üç dört metrelik, ancak 90 derece dikliğinde küçük bir geçişte bir miktar debelendikten sonra mermer boğaza girdik. İki-üç metrelik dar bir koridordaydık ve iki yanımızdaki kaya duvarları mermerdendi. Çok dikkat etmezseniz anlayamıyordunuz ama dağın yapısını daha önceden biliyorsanız ve kayaların renginin aslında ne kadar açık olduğunu fark etmişseniz bir şeylerin çok

 ilginç olduğunu sezebiliyordunuz. Buranın fotoğrafını yıllar önce 1954 baskısı bir kitapta görmüştüm. İstanbul Moda doğumlu bir dağcı olan Sidney Nowill ilk kez çıkmış ve “Hayatımın Dağları” adlı bu kitapta “Mermer dağ” diye uzun uzun söz etmişti. Şu anda onun bulduğu ve ilk kez tırmandığı rotadaydık ve dağcılık camiasında buraya Nowill rotası deniliyor. Onbeş-yirmi metre sonra, sağ yanımızda yüz metreden fazla yükselen dimdik duvarın ortasında koyu gri, yer yer yemyeşil bir bölge dikkatimizi çekti. Dev bir granit damarına bakıyorduk. Granit, dağcıların efsanevi kayasıdır. Yurdumuzdaysa böyle dimdik duran örneklerine çok az rastlanmaktadır.

Boğazı aştığımızda kendimizi keskin bir sırtın üzerinde bulduk. Boşluk hissi, heyecan vermekle, rahatsız etmenin tam sınırındaydı. Dostlarımın yüzünde bu her iki duyguyu da rahatlıkla görebiliyordum. İpe bağlandık. Emniyet almaya yarayacak sert kar olmamasına karşın bu şekilde bağlı tırmanmak nedense içimize rahatlık vermişti. Karı eşeliyor, altından tutunacak bir şeyler arıyor ve adımlarımızı çok dikkatli atıyorduk. Harika bir sonbahar kış havasında, masmavi bir göğün altında nefis bir uğraş içindeydik. Tırmanışımız gittikçe zorlaşıyor ama henüz limitlerimizi aşacak gibi görünmüyordu. Yüksekçe bir kayalık bloğa yaklaştık. Birkaç noktasından birden tırmanınca artık çıkmakta olduğumuz güney tarafından kuzeye baktığımızı fark ettik. Son yirmi otuz metre kalmış, oteller görünmeye başlamıştı. Son metreleri heyecanla geçip, saatlerdir gözümüze kestirdiğimiz zirve noktasına

 ulaştık. Buranın otellerden bakanlar için önemsiz bir yer olmasının bir sakıncası yoktu. Dördümüz birden zirveye kurulup, günün son ışıklarını seyrettik. Güneyimizde uzayıp giden ormanlar artık kızıla dönmüş ve hızla yaklaşan gecenin gölgesinde kalmaya başlamışlardı. Şimdi yapacak bir işimiz daha kalmıştı. Bütün gün sırtımızda taşıdığımız çadırları kuzeyde bir yerlere kuracaktık. Yavaşça toplanıp sırtın gölgede kalan tarafına yöneldik. Güneş, kızıl ışıklarıyla arkamızda kalmıştı. Artık içine girdiğimiz dünya ağırlıklı olarak buz mavisinden oluşuyordu. Rahatsız edici olmasa da, iyice hissetmeye başladığımız soğukta yüz metre

 kadar inip, ilk bulduğumuz düz alana iki çadır kurduk. Bu kadar güzel bir tırmanış yaptıktan sonra koşar gibi dağdan kaçmak içimize sinmemişti. Hiç olmazsa, kendi tanımladığımız bu cennette bir gece daha geçirmeliydik. Ayrıca bütün gün fazla konuşamamıştık, sıcak çaylarımızı elimize alıp birbirimize anlatacağımız bir yığın hikaye vardı.

If you think that the seasons change only with the calendar, and that autumn begins on 21 September and ends on 21 December, you would be mistaken. A few years ago when we arrived in Bursa at the foot of Mount Uludağ on 30 October, autumn was only just beginning. The leaves had turned from green to yellow and red, but they had not begun to fall. The weather was not hot but certainly not cold either.

Bursa lies a little way inland from the southern shore of the Marmara Sea at 150 meters above sea level. But the massive mountain behind it rises in places to over 2500 meters. Due to its proximity to the Marmara Sea, and not far beyond that to the Black Sea, Uludağ has one of the highest humidity levels and most unpredictable weather of any of Turkey’s many mountains. This also means that it is home to an incredibly diverse flora.

Just a three-hour drive from Ankara, Uludağ is the country’s most popular ski resort, located in a north facing bowl below the peak. We parked our car near the hotels, climbed the ridge behind, and at around 1700 meters began to follow a faint path which led to the southwest face of the peak known as Kuşaklıkaya. This route is known in mountaineering circles as the Nowill route, after Sidney Nowill, an Englishman born and bred in Istanbul who discovered the route in the 1950s and first climbed this peak.

When we reached the end of the path we discovered that here autumn was far more advanced. At this height weather conditions were sterner, and the leaves had turned yellow and begun to carpet the ground. Lifting our heads we saw the white peak shining above the yellow forest. We were looking out of an autumn window onto winter. Just as in the Alps people sunbathing in the picturesque towns look up at the glaciers above, so we could see another season. Although autumn still had nearly a month to go, we knew as we began to climb the gentle incline that we would soon be in a winter world.

Before long the first patches of snow were crunching underfoot, dazzlingly white under the bright blue sky. But the beauty hid dangers, and it was difficult to find firm foot and hand holds under the snow. After the first hundred meters we passed the tree line and winter set in on the bare heights with a vengeance. At the second hundred meters we turned to see the forest far below us. The snow had hardened and thickened, and the way had become steeper. We put on our anoraks to celebrate the change of season.

Next we came to a rocky defile, and after squeezing through a bottleneck with walls which were sheer although not high at just three or four meters, found ourselves in a narrow passage with marble walls. The pale color of the rock was a clue even to those uninitiated into the geology of Uludağ. I had seen a photograph of this place in Sidney Nowill’s hook Mountains of My Life published in 1954, in which Nowill describes Uludağ at length as the ‘marble mountain’.

Fifteen or twenty meters further on our attention was attracted by an area of dark grey and in places bright green rock in the center of a sheer cliff face rising to over one hundred meters. We were looking at an enormous vein of granite. Granite is the rock which excites mountaineers the most. In Turkey, a land predominantly of limestone, it is rare to find such a magnificent example of granite. No doubt the champion rock climbers of the future would give this cliff its due, but for us it was too much of a challenge.

Beyond the defile we found ourselves on a sharp ridge, with a drop beneath our feet which aroused mixed feelings of exhilaration and anxiety. We roped up, which gave us an unjustified sense of security in the absence of any hard snow to hold a man’s weight. We advanced warily, poking around in the snow to find firm holds. The going got harder, but we had still not reached our limit.

We approached a high block of rock and began the ascent, only to see that although we were climbing the south face, we were now looking north­wards. That meant we were nearing the summit. Just twenty or thirty meters below the summit the skiing hotels came into view below. Then a final burst of effort and there we were on the summit at last.

The four of us sat down and watched the fading light. To the south the forests stretched into the distance, fiery colored in the last rays of the setting sun. Already the evening was casting its dark shadows over the landscape. It was time to set up our tents somewhere on the north face. We pulled ourselves to our feet and began to descend to the shadowed side of the ridge. Now we were in a world of ice blue, and began to feel the cold creeping through our clothes. A hundred meters or so down we set up the tents on the first flat area we found. To us the mountain was not merely a place to test our climbing skills. Just being in this remote and beautiful place was a pleasure. We retreated into our tents and made mugs of tea. It was the same tea as always, but here on Uludağ the taste was incomparable.

 

Haziran 2000  Sayfasına dönüş

Back to

June 2000 Page