Güneybatı
Anadolu toprakları tarihe adını yazdırmış, uygarlık kurmuş
pek çok halka ev sahipliği yapmıştır; İonlar, Likyalılar,
Lydialılar gibi... Bir de bu topraklara yerleşip, zamanında adından
çokça sözettiren Karya halkı var.
Karya, Büyük Menderes ile Dalaman Çayı arasında kalan bölgenin Antik
Çağ’daki adı. Kuzeyinde Lydia, doğuda Phrigya, güneydoğuda
Likya ile sınırlanıyordu.
Karya adı Karlar’dan gelmekte. Kökeni MÖ. 1. binlere kadar giden Karya
halkının nereden geldiği konusunda çeşitli görüşler var, ama
kesin bir bilgi yok. Tıpkı Karya dilinin ve yazılarının çözülemediği
gibi, Karyalıların kökleri de gizini koruyor. Karyalılar, MÖ 7.
yüzyılda krallıklarını kurarlar; ama MÖ 4. yüzyılda
Makedonya kralı Büyük İskenderin egemenliğini kabul ederler ve
sonunda Romaya bağlanırlar. Bölge toprakları şimdi olduğu gibi
o zamanlar da epey verimlidir. Burada yetiştirilen zeytin ve
incirin yanı sıra çok kaliteli olan zeytinyağının ve mermerin
ihraç ürünleri arasında olduğu biliniyor. Karya kentlerinin büyük
kısmı deniz kenarında kurulmuştur; Bargylia (Asarlık), İasos,
Myndos (Gümüşlük), Kedreai (Sedir Adası) gibi. Bunların dışındaki
önemli kentler ise, Labraynda, Kaunos (Dalyan) ve Aphrodisias’tır.
Kıyı yerleşimleri zamanın unutkanlığını şu veya bu şekilde
aşmışlarsa da içerideki yerleşimler o kadar şanslı olamamışlar.
Menderes ırmağını besleyen Çine çayı etrafında kurulan
kentler, günümüzde bile tarih tutkunlarının gözünden uzakta
kalmışlar. İşte, Çine Çayı boyunca kurulan; bugün
unutulmaya yüz tutmuş Karya kentleri; Alinda, Alabanda ve Gerga bu
yazının konusu olacaklar.
Aydın’dan 30 km güneye doğru gidildiğinde Karpuzlu ilçesinin sapağını
ve sarı levhayı görürsünüz: Alinda. Sapaktan içeriye pamuk ve
mısır tarlaları arasından ilerlediğinizde önce Ulukonak köyü
karşılar sizi. Biraz sonra, sağa doğru dağların tepesine
bakarsanız ihtişamlı su kemerini görmeniz mümkün. Karya kenti
Alinda’yı haber veren su kemerini geçtikten sonra Karpuzlu ilçesine
varıyorsunuz. Karpuzlu evleri önce uzun bacaları ile dikkat çekiyor,
sonra doğal doku ile bütünleşen renk ve yapıları ile. Eğer
dikkatle bu evler arasında dolaşırsanız, yıllar önce dış
duvarlarında, verandalarında buralarda hakimiyet kurmuş uygarlıklara
ait taşları kullandıklarını görebilirsiniz. Kiminde savaşan
askerlerin olduğu bir rölyef, kiminde Osmanlıca ile yazılmış
bir taş, hangi zamana ait olduğu belli olmayan dibek taşları, sütunlar
gibi...

|
MÖ 344 yıllarında Karya Strabı Mausolos’un kızkardeşi Ada’yı diğer
kardeşi Pixodoros Halikarnassos’tan uzaklaştırır. Ada da
denizden uzak bu topraklara gelir ve Alinda’ya yerleşerek kenti
bayındır hale getirir. İri kayalar üzerine 2300 yıl önce
kurulan kentte mermer yerine granit taşlar kullanılmış. Büyük
İskender orduları ile Karya’ya gelince Ada ona itaat eder.
Kenti çok beğenen Büyük İskender bu misafirperverligin altında
kalmaz, burayı yakıp yıkmaz, hatta bölgenin yönetimini
Kraliçe Ada’ya verir. Çoğu kaynakta “Kraliçe Adanın granit
kenti” olarak geçen Alindanın gösterişli yapılarından
biri, yaklaşık 100 metreyi bulan uzunluğu ile agora, kentin ihtişamı
hakkında fikir veriyor.
Agoradan yukarıya doğru tırmandığınızda tepenin en yüksek noktasındaki
tiyatroya ulaşıyorsunuz. Büyük bir depremde yıkılan tiyatro,
hala ayakta kalan sıraları ile tüm ovayı yüzyıllardır gururla
seyrediyor. Daha da ilerde iki katlı kule yer alıyor. Şu ana
kadar bir arkeolojik kazı yapılmayan antik kent ve evler SİT alanı
içinde.
Karpuzlu’dan sonra tekrar ana yola çıkıp Çine istikametine
gidiyoruz. Bizanslılar ve Selçuklular döneminde önemli bir
askeri bölge olan Çine, 19. yüzyıla kadar Aydın ve Muğla
kentlerini birbirine bağlayan ticaret yolunun üzerinde olması
nedeniyle bu önemini korur. Ama zamanla ticaret yollarının değişmesi
ve 1900’deki büyük bir yangın, Çine’yi tarihin karanlık
sayfalarına dahil eder.
İlçenin içinden geçen Çine çayı, mitolojideki Marsyas efsanesine
konu olmuş.
 |
Yatağan ve Çine arasında akan çayın antik çağlardaki adı Marsyas.
Evet, Tanrı Apollon ile müzik yarışmasına giren ve derisi yüzülen
Marsyas bu çayın isim babası. Kayalık ve vahşi bir doğa arasında
kıvrıla büküle akan Çine çayının sularında hala o efsane
yaşıyor. Bazı kaynaklarda iki borulu kavalın bulucusu olarak
Marsyas gösterilse de aslında kavalı tanrıça Athena bulmuş.
Athena dere kenarında dolaşıp kaval çalarken sudaki aksinde
yanaklarının şişkin olduğunu görmüş. Bu görüntüsünü
çirkin bulup fırlatıp atmış kavalı. Kavalı bulan Marsyas
onu zamanla öyle güzel çalmaya başlamış ki, ünü her yeri
sarmış.
Müzikte kendini rakipsiz gören tanrı Apollon’a kafa tutar hale gelmiş.
Apollon, Marsyas’ı kozlarını paylaşmaya davet etmiş. Kimi
kaynaklara göre Kral Midas hakem olmuş, kimilerine göre oradan geçerken
fikrini belirtmiş. Marsyas kavalı çok güzel çalmasına rağmen
yarışmayı kaybetmiş ama Apollon kıskançlıktan onun derisini yüzdürmüş.
Oyunu Marsyas’tan yana kullanan Kral Midas’ın da kulaklarını
“eşek kulağı” yapmış. Ama sonradan Apollon Marsyas’a
yaptığına çok pişman olmuş ve bedenini ırmak haline getirmiş.
İşte Marsyas veya Çine çayı böyle oluşmuş.
Bu efsanenin izinde bir başka Karya kenti Alabanda sıradaki uğrak
yerimiz. Alabanda, şu anda Araphisar köyünün sınırları içinde
yer alıyor.
Alabanda adı, “at” ve “zafer” anlamlarına gelen “ala” ve
“banda” sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiş. Ünlü
tarihçi Strabon, Alabanda halkının zevk ve sefaya çok düşkün
olduğunu, kentte harp çalan pek çok kız bulunduğunu anlatır.
Unlü mimar Hermogenes de Alabandalı olarak tarihe geçmiş.
Erken devirlerde bir yüzünde kanatlı bir at, diğer yüzünde
Tanrı Alabandus’un kabartmaları olan sikkeleri ile tanınan
kent, şimdi o günlerini arar durumda. Geçen yüzyıllar, bu
zevkli kentten geriye fazla bir şey bırakmamış. Görülebilenler
senato binası, tiyatro, agora ve anıt mezar kalıntıları. Oysa
Alabanda, zamanında kristali, sert siyah taştan yapılan süs eşyaları
ve yetiştirdiği güller ile ünlüymüş.
Çine çayı boyunca yer alan bir başka Karya kenti, son durağımız
Gerga.
Çine çıkışından sonra Kuruköy’den içeriye saparsanız şimdiye kadar hakkında çok az şey bilinen antik bir kenti göreceksiniz
demektir. Virajlı yollardan önce Ovacık köyüne, ardından Kırksakallar
ve Alabayır köylerine gidiyor yol. Gergaya ancak bu iki köyden
gidilebiliyor, o da bir rehberle. Çünkü antik kente giden yol
yok. Biz Alabayır köyünden bir vatandaşın yardımıyla
tarlaların, tepelerin arasından geçerek yarım saatlik sıkı
bir yürüyüşle bu ilginç kente ulaşıyoruz. Hakkında çok az
şey bilinen bu Karya kentinin en ilginç yanı, hemen her yapının,
taşın üzerinde yazılı “Gergas”, “Gergakome”, “Gerga,
“Gerga Embolo” yazıları. Yazıların boyları 1 metreden az
değil. Kesme taşlardan yapılan tapınak, girişteki sütunlar,
piramidal biçimindeki iki dikit, bir mezar, büyük sunak taşı
ayakta kalan yapılar. Tapınağın taş çatısı ahşap mimariden
esinlenerek yapılmış ve göz kamaştırıcı. Kimi araştırmacılara
göre Gerga, kutsal amaçlar için kurulmuş bir
ibadet merkezi. Kente ismini veren Gerga’nın da yerel bir tanrı veya
kahraman olması muhtemel. Bölgede 1889’da incelemelerde
bulunan Fransız araştırmacı G. Cousin, devasa boyutlarda bir
heykelden söz ederse de, şimdi onu ayakta görmek mümkün değil.
Tarihin karanlıklarını birilerinin dağıtmasını bekleyen
Gerga, şu anda çam ağaçlarının, zeytinliklerin arasında
uzun uykusunu sürdürüyor.

|
Ana yola dönüp biraz daha ilerlediğinizde Eski Çine’yi ve daha
ilerisinde harika bir köprüyü görmeniz mümkün.
Halk arasında “İnce Köprü” olarak bilinen 4 gözlü köprünün üzerinden
Çine çayının tertemiz suyunu, çayın iki yanındaki ilginç oluşumlu
kayaları, yemyeşil ağaçları, Maisyas’ın efsanesini hatırlayarak
seyredebilirsiniz. Köprüye iyice bakın, hatta bir güzel fotoğraflayın.
Çünkü bu güzelim eser, yapımı süren baraj nedeniyle birkaç yıl
sonra sular altında kalacak, ama Marsyas’ın efsanesi hala
devam edecek. Tıpkı tarihin acımasızlığına yüzyıllardır
direnen Karya kentleri gibi...
|